bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: Siyah Süt

Cumartesi, Şubat 9

Siyah Süt

Yeni Başlayanlar İçin Postpartum Depresyon

    BATI kapısında pratik akıl hanım,,,"düz mantığın yolundan şaşmazsan bir şeycik olmaz. bunun için beyninin farklı bölmelerini programlaman gerek. şöyle düşün. insan beyni mutfak çekmeceleri gibidir. kaşık çatal takımı bir yerde, peçeteler bir yerde, değil mi ya? aynı modeli al. uyarla."

    DOĞU kapısında can derviş hanım,,,"ne bu acelen? ne geçmiş ne gelecek var. sadece ve sadece şu ana ver kendini. dem bu demdir, dem bu dem... yedi uyuyanlar o mağarada 300 sene uyudular da sandılar ki birkaç saat geçti sadece. nedir ki zaman?"

    GÜNEY kapısında hırs nefis hanım,,, "tabii ki karşıyım çocuk doğurmana. yapacak işlerimiz varken sırası mı şimdi çocuk mocuk?"

  • KUZEY kapısında sinik entel hanım,,,"hangi yolu seçersen seç, seçmediğin yolda kalacaktır aklın."
  • Ne var ki Hayat, biz planlarımızı yaparken peşimiz sıra sessizce gelip, o pek süslü, pek fiyakalı planlarımıza Miki kulakları, vampir dişleri, pos bıyıklar çizen yaramaz mı yaramaz bir çocuk. Sen istediğin kadar planladığını zannet geleceği, o gene bildiğini okur.
  • Her sıfatın bir 'eş'i var bugün. Bu yüzden hep ikilemler aracılığıyla düşünüyoruz. Ne var ki bu ikilemlerden daha olumsuz olan tarafı kadınlıkla, olumlu olan tarafı da erkeklikle özdeşleştiriyoruz. Birinin varlığı ötekini açıklamak ve meşrulaştırmak için kullanılıyor. Örneğin kadınları 'zayıf' kabul ettikçe erkeklerin "güçlü" olduğuna daha kolay inanıyoruz. Keza kuvveti ve kudreti erkekliğe atfettikçe, kadınların zayıf ve kırılgan olduklarını sanmak kolaylaşıyor. Her bir ikilemin yarısı öteki yarımı haklı kılmaya yarıyor. Cinsiyet rolleri büyük oranda bu tür ikilemler üzerine kuruluyor.


ERKEK DİŞİ



Etken Edilgen


Kültür Doğa

Gündüz Gece

Akılcı Duygusal


Rasyonel İrrasyonel

Beyin Beden

Dikey Yatay

Hız Durgunluk/Oturmuşluk


Yapan Yapılan

Özne Nesne


Logos Pantos


  • Öyleyse kadın olmak şu veya bu şekilde beraberinde edilgenliği, irrasyonelliği, duygusallığı getiriyor. Kadınlar hep bu sıfatlarla anlatılıyor, anlaşılıyor.


  • Yatak odasındaki komodinin üzerinde yuvarlak bir ayna var. Kenarları gümüşten. Aynanın ortasında bir kadın duruyor. Bedeni patiskadan bez bebek; bir tek bakışları etten ve kemikten. Bakıyor kendine dinmeyen bir merakla. Ayırmıyor gözlerini suretinden.Oysa bilmez mi ki "bakmak" masum bir şey değildir ya da aynalar basit birer obje? Bilmez mi ki aynaların yüzeyleri ya bir kumaş parçasıyla örtülmeli ya da duvara doğru çevrilmeli? Bu kadar mı kayıtsız geleneklere? Yoksa bile bile mi çiğniyor kaideleri? Asırlık öğretilerle inatlaşmak istercesine?


  • Kadının üzerinde eflatuna çalan, parlak kumaştan uzunca bir gecelik var, göğüs kısmında şekilsiz desenler. Geceliğin incecik askılarından biri kopmuş, tutsun diye alelacele bir düğüm atılmış oraya. Ama düğüm atılan askı diğerinden kısa kaldığı için, geceliğin yakası yokuş olmuş, sağdan sola doğru kayıyor. Bu ayrıntı kadına da belli belirsiz bir eğim katmış sanki, her an bir tarafa yatıp düşecekmiş gibi duruyor. Geceliğin üzerindeki desenler çılgın bir desinatörün elinden çıkmış gibi görünse de dikkatlice bakınca bunların süt ve bebek kusmuğu lekeleri olduğu anlaşılıyor.
    Doğum yapalı yedi hafta olmuş. Mükemmel bir anne olmak istiyor kadın, öylesine kusursuz ki hayali bile imkânsız. Hayali bile mümkün olmayan mükemmel anne mükemmel süt veriyor mükemmel bez değiştiriyor mükemmel çıkarıyor bebeğin gazını mükemmel koyuyor üç damla limonu su dolu kaşığa mükemmel hıçkırık geçiriyor mükemmel kalkıyor geceleri bebek ne zaman ağlasa mükemmel uyanıyor sabahları mükemmel temizliyor kusmukları mükemmel gülümsüyor kocasına mükemmel duruyor hayatın ortasında mükemmel gidiyor rotasında. Oysa hakikat bambaşka. Gerçek hayatta, o dört dörtlük üstün yaratığa erişmeye çabalarken hata üstüne hata yapıyor kadın. Ne sütü tam geliyor, istenilen kıvamda veya miktarda/ ne bebeğin gazını çıkartmasını biliyor, sırta usul usul vura vura ustalıkla/ ne sabahları zamanında uyanabiliyor, sürünmeden zorlanmadan/ ne geceleri uyku tutuyor gözlerini, şafağa kadar/ ne yapabiliyor yapması gerekenleri /ne de yardıma ihtiyacı olduğunu kabul veya idrak ediyor... “Başarılı” olmaya o kadar koşullanmış ki, ne zaman bir şey aksasa, anında “başarısız” addediyor kendini. Mükemmellik karnesinde bir kırık not almış gibi kızarıyor, utanıyor.


  • Her ayna anahtarını kaybetmiş bir kapıdır. Açılır Diyar-ı Esrar'a. Olur da fazla bakarsan aynaya, aralanıverir kapı, kaybolursun sonsuzlukta.


  • Eski zamanların pirinç başlıklı karyolalarına yatırırlarmış loğusayı. Başına da nazar boncuklu, çörekotu torbaları asılı, çıngıraklı bir ip bağlarlarmış boydan boya. Yanında annesi, ablası, teyzesi, dadısı, kayınvalidesi.., yaşça büyük en az iki kadın olurmuş muhakkak.
    Loğusaya dadanan kötü cinler odaya geldiklerinde etrafta bir tur atar, ardından gidip ipe asılırlarmış. o zaman başlarmış çıngırak çalmaya. Saçılırmış çörekotları ortalığa. bir nevi kırmızı alarm! Bu şekilde cinlerin dadandığını anlayan yaşlı kadınlarda anında ayaklanır, ipin boşta kalan ucuna asılırlarmış.
    Cinler çekermiş bir yana, yaşlı kadınlar çekermiş beri yana. Cinlerin çektiği tarafta karabasanlar, evhamlar zanlar… Yaşlı kadınların çektikleri tarafta ise gönül ferahlığı, saadet, bereket… Loğusa iki arada kalırmış. İradesiz bir kukla gibi savrulurmuş bir müddet iki uç arasında. Tastamam 40 gün sürermiş bu mücadele. Kan ter içinde. Ama ne denli şiddetli olursa olsun bu gidiş geliş, ipin ucuna inançla asılmak ve asla vazgeçmemek şartmış. Böyle böyle nihayet pes edermiş cinler. Bırakır giderlermiş ipi, başka başka avların peşine düşmek üzere. İşte o vakit loğusa çıkarmış araftan. “İyiyim” dermiş fısıltıyla. “merak etmeyin, iyileştim artık…”
    İşte bu sebeptendir ki “kırkını çıkarmak” sadece bebekler için değil anneler için de esasmış. Kırk sembolik bir sayı. Kimi kadının kırkını çıkarması bir hafta, kiminin üç ay, kimininse nerdeyse iki sene sürermiş. Ama er ya da geç kırkını çıkarırmış kadın. Ve o vakit cinlerin değil insanların yakasında kalmaya hak kazanırmış.
    Yeniden katılırmış aramıza. “hoş geldin bebek” diyoruz ya, annesine de hoş geldin demeli aslında. “hoş geldin loğusa!”
    Bu şekilde cinlerle mücadelesini kazanan loğusayı kaptıkları gibi hamama götürüp dövülmüş yumurta kabukları, zeytinyağı ve nane esansıyla ova ova bir güzel terletirlermiş. tepeden tırnağa. gözeneklerden ter ya da kir değil sadece, sıkıntı ve korkuları da akıp gidermiş damla damla. hamamdan çıktığında tazelenmiş arınmış olurmuş.
    PEKİ ya loğusanın yatağına bağlı ipi çeken cinler kazanırsa mücadeleyi?
    ya kadın bir türlü çıkaramazsa kırkını? o zaman ne olurmuş?
    SÜTÜ ÇÜRÜRMÜŞ.
    Evvela koyulaşırmış süt, katılaşırmış toprak toprak. Sonra başlarmış siyaha çalmaya. Solarmış beyaz. Kararmış süt akarmış loğusanın memelerinden. Sütüyle beraber yüreği de çürürmüş kendiliğinden. İşte bu ihtimalin korkunçluğunu bildikleri için öyle var güçleriyle asılırlarmış eskiler loğusanın ipine. Bir kadını daha cinler kapmasınlar diye...


  • Bilmiyor ki böyle boş hayaller kura kura hepten yitirecek gerçeklik duygusunu. Bilmiyor ki hayal gücünün hudutsuz ikliminde dolaşmayı sevenler kolay kolay hakiki dünyaya dönmez,dönemez..


  • Çünkü ne kadar girift olursa olsun her dehlizin bir çıkışı var...ummadığın kadar yolunda bir yerde seni bekleyen...oraya doğru yürümek tek yapman gereken...


  • Roman doğduktan, kitap ortaya çıktıktan sonra hep geçmişi konuşur yazar. Bu kitabı nasıl yazdığını, yazarken neler hissettiğini, hangi aşamalarda nasıl bocaladığını vb anlatır durur. Geçmiştir aslolan. Çocuk doğduktan sonraysa, tam tersine, doğum öncesine değil sonrasına odaklanır anne. Onu nasıl büyüteceğini, dadı tutup tutmayacağını, hangi kreşlere, okullara göndereceğini vb düşünür durur. Gelecektir aslolan.


  • İlk gördüğü varlığı annesi zanneden ördek yavrusu gibidir yeni basılmış bir roman. Gider, gider, onu seven bir okur bulur muhakkak. Sokulur ona. Tamamdır artık. Keyfi yerindedir. Onu “doğuran” yazarı arama sorma gereği duymaz.


  • ALINTI'lar

Hiç yorum yok: